Liyakat ölçüm sandığı

Lâyık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik ve yetenek gibi anlamlar içeren “liyakat” kelimesi, siyaset meydanının gündeminde. Başbakanlık, bakanlık yapmış kişiler için; “Onlar o makamlara kendileri layık oldukları için gelmediler.” ifadesi basında dolanıp duruyor. Peki, neden o makamlara getirildiler diye sormak bugün bir anlam ifade etmiyor. İktidardakilerin liyakat derecesi ise ülkenin çok yönlü çöküşünü izleyenler tarafından sürekli irdeleniyor. Yüzüncü yıl seçimi için sandık başına gidecek olan vatandaş elbette bir liyakat ölçümüyapacaktır ancak bu ölçüme en büyük katkı, özgürlükleri her türlü değerin üzerinde olan, ilk ya da ikinci kez oy kullanacak genç kuşaklardan gelecektir, diye düşünmekteyim. Çünkü onlar, çocuk yaştan beri ülkedeki geri gidişi gün gün yaşadılar ve onlar, dünya ve ülke gündemini âdeta zaman ve mekân kavramlarını aşarak takip edebiliyorlar!

1938’den beri -istisnalar olsa da- özellikle de siyaset yapma, yönetme alanlarında, artan bir liyakatsizlik olduğu gerçeği ortadadır. Bu liyakatsizliği örtmek için “siyasetin sağı” din örtüsüne sığınırken, “siyasetin solu” da ithal kavramlara sığındı. Devlet’in kurucusunun fikirleri, yol ve yöntemi rozetlere, heykellere takıldı, binlerce gencin şehit düştüğü savaşlar din soslu masallara dönüştü, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra yapılan çalışmaların üstü örtüldü ve maddi-manevi tüm kazanımları son yirmi yılın dinci çarkında kasıtlı olarak öğütüldü. Bugünün liyakat savunucuları da izlemekle yetindiler, geleceğe ışık tutacak adımları atamadılar; meydanı boş bıraktılar ve “evren” boşluk kabul etmedi. Oysaki Devlet’in kurucusu her alanda ne yapılması gerektiğini her vesile ile ve ayrıntılarıyla tarihe not düşmüş, Nutuk gibi olağan sınırları aşan bir belgeler bütününü milletine sunmuştu.

Bu bağlamda, Prof. Dr. Âfet İnan tarafından hazırlanan “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları” adlı kitabın giriş bölümündeki bazı bilgilere değineceğim ancak önce Gazi’nin, “Vatandaş için medenî bilgiler neden bahseder” başlıklı makalesinden günümüzü de ilgilendiren iki satırı vereceğim. Umarız, “Yüzüncü Yıl”seçimleri için bir hatırlatma olur.

Şöyle diyor Atatürk: “Sonuçta, vatandaşların bir milletin bireyleri olmak itibari ile millete, onun devlet ve mensup olduğu milletin, medenî insanlığın bir ailesi olması görüşü açısından da bütün insanlığa karşı birtakım görevleri vardır. Fakat önemle dikkatinizi çekerim ki, vatandaşın en büyük görevi, aynı zamanda en kutsal hakkı seçim hakkıdır.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün manevî kızı ve Cumhuriyet’in ilk tarih profesörlerinden olan Âfet İnan, aynı zamanda, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Türk Devrim Tarihi kürsüsünü kuran kişidir. İnan, bahse konu olan kitabı; “Atatürk’ün vatandaşlık hak ve vazifeleri üzerindeki düşünceleri” ni işlediği konferans notlarından yola çıkarak, elinde bulunan tüm yazıları tasnif ederek ve Atatürk’ün el yazılarının yer aldığı belgeleri de ekleyerek hazırlamıştır.

İnan, kitabın giriş bölümünde şöyle der: “Benim şahit olduğuma göre Atatürk’ün etrafında toplanmalar çok çeşitlidir.”  Liyakatin önemini ve çok yönlülüğünü de ifade eden bu “toplanmalar” ın ne anlama geldiğini İnan’ın cümleleriyle okuyalım.

Atatürk, gündüz saatlerinde özel kütüphanesinde “daima birkaç kişi ile ya çalışır veya belirli bir konu üzerinde çalışmalar yapar.” Atatürk bu sistemi, otomobil veya motor gezintilerinde de uygular. Özellikle Boğaz gezilerinde “mutlaka bir kitap veya bir mesele” konu edilir ve gezi sonunda herkes bir şeyler öğrenmiş olur. Ayrıca ve çoğunlukla Ankara’da çiftlik evlerinde yapılan toplantılarda da davetlilerle ya da orada toplanan halkla “doğrudan doğruya meseleleri konuşur ve fikirlerini sorar.”

Atatürk, ülke içi seyahatlerde de “trende, vapurda ve uğradığı her yerde” yeni konular açar ve bunların üzerinde tartışılmasını ister. Âfet İnan, “karşısında imtihana çekilenler eksik olmazdı” der ve Atatürk’le, dişlerini tedavi eden hekimi arasında geçen bir anekdotu paylaşır. Hekim geldiğinde Âfet İnan da oradadır ve elinde bir sosyoloji kitabı tutmaktadır. Atatürk diş hekimine kitaptan sorular sormaya başlar. Diş hekimi hemen cevaplayacak durumda değildir ve mahcup olur. İnan araya girer ve kitabın yeni bir yayın olduğunu söyler. Atatürk de işi şakaya vurur ve şöyle der: “Biliyorum, siz kendi mesleğinizde en büyük başarıyı gösteriyorsunuz, fakat bunun yanı sıra başka meselelerle de ilgilenerek okumaya isteklendirmek amacıyla bu kadar aykırı bir konuyu özellikle seçtim.” Diş hekimi ise sonraki gelişinde konuyla ilgili birçok kitap okumuş olacak ve Atatürk’e kitaplardan sorular soracaktır. Bir cumhurbaşkanı ve bir bilim insanı arasındaki bu liyakat örneği etkileşim ön Türklerin insanı tanımlayan “öğreten ve öğrenen” ifadesinin tam bir yansımasıdır.

Âfet İnan, Atatürk’ün akşam toplantılarının çevreye göre değiştiğini de belirtir ve Ankara’da bulunulduğu zaman âdet şöyle idi” diyerek sözlerine devam eder: “Atatürk’e her gün genel sekreter, gelen evrak üzerinde bilgi verir ve emirlerini alır, duruma göre memleket meseleleri ve dış olaylar için kendisine talimat verir, bazen de meseleleri derinlemesine soruşturur, bilgi alırdı… Akşam üzeri başyaver yanına gelir ve sofraya davet edilmesini emrettiklerini sorardı. Atatürk bu listeyi, o gün çalıştığı ve okuduğu kitaplarla ilgili kimselerden olmasını isteyerek yazdırırdı. Derhal burada şunu da işaret etmeliyim ki, Atatürk devrinin, mesleklerinde isim yapmış şahısları daima onun etrafında toplanmıştır.” Açıklamaların devamında, toplantı sırasında liste dışında bir isim ortaya atılmışsa -geç de olsa- o kişiye haber gönderilerek davet edildiğini de okuyoruz. İnan’ın ifadesine göre önemli bir konu da “Atatürk’ün toplantılarında bulunanlar arasında tartışmaların yapılması idi. Devlet adamları, askerî erkân, hukukçular, edipler ve günün diğer aydın kişileri arasında konu ortaya atılır, herkes fikrini ve bilgisini açıklamak fırsatını bulurdu.”

Genç kuşakların hayallerine yardımcı olmak için şunu da belirtelim: Toplantıların yapıldığı yemek salonunun olmazsa olmaz bir eşyası da kara tahtadır. Söz alanlar bu kara tahtaya yazarak ya da çizerek fikirlerini anlatma yoluna giderler. “Konuşmalar muntazam ve usulüne göre Atatürk tarafından idare edilir”ya da Atatürk bu idareyi başka bir arkadaşına verir. Bununla da yetinilmez; “bir mesele üzerinde daha etraflı konuşulmasını temin için sorular yazdırılır ve davetlilerin ertesi akşama hazırlıklı gelmeleri” sağlanır. “Devlet adamlarımızın Atatürk’ün özel kütüphanesinden okumaları için birer kitapla çıktıkları çok olurdu.” der Âfet İnan.

Yüz yıl önceye ait bu özet cümleler bile; o günün hükümet etme zihniyeti ile mevcut zihniyetin kabili kıyas olmadığını gösteriyor. Zihniyet olarak 1923’ün de gerisinde kaldığını düşündüğüm mevcut iktidar diğer yandan, toplumu âdeta daha da geriye götürmek için hız kesmeden ve inatla çalışıyor. Son örneği “Fiyatları tayin eden Allah’tır.” cümlesidir! Bu, hafife alınmaması gereken bir düşünce yapısının cümlesidir; din yine bir manipülasyonla siyasete âlet edilmiştir ve gerisi gelecektir!

Gazi Mustafa Kemal Atatürk insan ve medeni olabilmenin şahikasında çağlar üstü bir liderdir. Söz konusu vatan olduğunda kendini hep sorumlu hissetmiş ve ülke insanın da “sorumluluk” almasını istemiştir. Şevket Süreyya Aydemir şöyle yazar memuriyet yıllarını anlatırken: “Çankaya’da basit bağ köşkünde, her şeyden önce genç, dinamik bir insan yaşıyordu… Bu insan, bütün günlük hayatıyla sanki hepimizin arasında yaşıyor gibiydi. Ondan taşan dinamik bir hayatiyet havası bu kıraç ve harap Ankara’ya durmadan yayılıyordu, ruhları besliyordu.” (Aydemir; Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, s. 355)

Bugün ise ruhları besleyen değil ruhları köreltmek için uğraşanların, hakkı-hukuku çiğneyenlerin, lümpen ağızların, sabit fikirlilerin, akılla, izanla bağını koparmışların, yalanı şiar edinmişlerin, kadına-çocuğa maddî manevî eziyet edenlerin yönettiği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Atatürk Cumhuriyeti’ni 1923’te kabul ettik, devrimlerini baş tacı ettiğimizi düşündük ancak gelinen noktada izah ve idrakta sıkıntı olduğunu görüyoruz. Önümüze gelecek olan “liyakat ölçüm sandığı” nın göstereceği sonuçlar, bu “izah ve idrak” ta ne kadar yol aldığımız da gösterecektir.

Son sözü yine Devlet’imizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylesin:

“Artık bugün demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır. 20. asır birçok müstebit hükümetlerin bu denizde boğulduğunu göstermiştir. Demokrasi prensibi, hâkimiyeti istimal eden (kullanma) vasıta ne olursa olsun esas olarak milletin hâkimiyete sahip olmasını ve sahip kılmasını icap ettirir.”

Atatürk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılında “milletin hâkimiyete sahip olması”umuduyla…

Canan Murtezaoğlu

 

Bunları da sevebilirsiniz