“Vatandaş Türkçe Konuş”

Türk milleti olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayabildik mi? Anlayabilenler anlatabildiler mi? Atatürk’ü gerçekten anlamış ve de anlatmış olsaydık bugün nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık?

Bu soruları sormamın nedeni, 22 Şubat 1933’te yaşanan Vagon-Li (Wagons-Lits) olayıdır. Nedir bu olay ve bağlantılı olarak gündeme gelen “Vatandaş Türkçe Konuş!”kampanyası! Kısaca anlatmaya çalışalım.

13 Ocak 1928’de hukuk öğrencileri tarafından başlatılan “Vatandaş Türkçe konuş!”kampanyasını ırkçılık olarak yorumlayanlar elbette vardır ve herkes fikrini söylemekte serbesttir. Ben de fikrimi sorular sorarak ifade etmek isterim:

Binlerce evladını şehit vermiş, öz benliği yok edilmeye çalışılmış, ağır badireler atlatmış bir toplumun ve yeni devlet kurmuş bir iradenin kendi millî dilini ülkesinde hâkim kılmak istemesinden daha doğal ne olabilir?Parçalanmış bir imparatorluktan bir ulus devlet inşa ederken, çeşitli düzenlemelerin yapılması kaçınılmaz değil midir? Elbette yaşanan şiddet olaylarına, baskı ve tacizlere onayımız olamaz. Ancak olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunmadan önce dönemin kültürel, ekonomik ve siyasî koşullarını da göz önünde tutmak gerekmez mi? Önemli olan, sonrasında ders alabilmek değil midir?

Fransız demiryolu işletmesi Wagons-Lits’nin Belçikalı müdürü, telefonda Türkçe konuşan memur Naci Bey’e şirketin resmi dilinin Fransızca olduğunu bildirir. Kendisine 25 kuruş para ve 15 gün de işten uzaklaştırma cezası verir. Olay gazetelere yansıyınca, üç gün sonra Darülfünun (sonraki adı İstanbul Üniversitesi) ve Milli Türk Talebe Birliğiöğrencileri toplanarak şirketin Beyoğlu’ndaki bürosunun önüne giderler. Protestocular içinde Peyami Safa ve Cahit Arf da vardır. Olaylar büyür. İçeriye giren öğrenciler Mustafa Kemal’in duvardaki resmini alır ve büroyu tahrip ederler. Şirketin Karaköy’deki bürosuna yürüyen göstericiler, orada da aynı işlemi yaparlar. Gösteri Valilik önünde bir müddet daha sürer ve gençler, ellerindeki Mustafa Kemal resimlerini Halkevi’ne teslim ederek olay yerinden ayrılırlar. Bunun üzerine Şirket, Naci Bey’i işe başlatır. Yaşananlar neticesinde “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası tekrarlanır.

Bu olaydan yedi sene önce, ticarî hayat ile Türkçe arasındaki ilişkinin çok önemli bir kanunla düzenlendiğini de belirtelim. 22 Nisan 1926’da yürürlüğe giren “İktisadi Müesseselerde Mecburi Türkçe Kullanılması Hakkında Kanun” un 1. Maddesi şöyledir: “Türk tabiiyetindeki her nevi şirket ve müesseseler, Türkiye dâhilindeki her nevi muamele, mukavele, muhabere, hesap ve defterlerini Türkçe tutmağa mecburdurlar.”Kanun’un 2. Maddesinde de şu yazılıdır: “Bu zorunluluk, yabancı şirket ve müesseseler için, Türk müesseseleri ile Türkiye uyruğunda olan kişiler ile muhabere, muamele ve temaslarına ve devlet kurumlarına ibraz zorunluluğunda bulundukları evrak ve defterlerine hasredilmiştir.”

Bu kanunun gerekçesi şudur: Medenî ülkelerde millî dil kullanılması zorunlu iken, Türkiye’de dilimiz ihmal edilmektedir. Yabancılar bir yana, Türk olan kişi ve kurumlarda bile Türkçe dışında dil kullanmak alışkanlık haline gelmiştir. Bu durum, millî kültürün zarar görmesine neden olduğu gibi, yabancı dil bilmeyen Türk vatandaşları ticarî sistemin dışında kalmaktadırlar.

Ayrıca yabancı şirketlerin iş ve işlemlerinde farklı diller yerine Türkçe’nin kullanılması için ilk adımlar 1916’da Osmanlı döneminde atılmıştır. İlgili kanunun adı şöyledir:Müessesat-ı Nafıayla İmtiyazsız Şirketler Muhaberat ve Muamelatında Türkçe İstimali Hakkında Kanun.
***
3 Kasım 1928 günü yürürlüğe giren Harf Devrimi ile Arap harflerinden oluşan Osmanlı alfabesinin resmiyeti son bulmuş, yerini Latin harflerini esas alan Türk Alfabesi almıştır. Bundan dört yıl sonra da, 12 Temmuz 1932’de Dil Devrimi gerçekleşecektir. Dil Devrimi’nin amacı; Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından Türkçeyi arındırmak ve Cumhuriyet’in ortak, ulusal yazı ve konuşma dili haline gelmesini sağlamaktır.

1931’de şöyle der Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal: “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felâketler içinde ahlâkını, geleneklerini, anılarını, çıkarlarını, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” *

Dil meselesi, İstiklâl Harbi’nden sonra, Mustafa Kemal Atatürk için temel bir dava olmuştur. Atatürk için “dil” kavramı bir toplumun millet olabilmesinin en önemli unsurudur. Bu konudaki sözleri açık ve nettir:

“Ülkesini ve yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır… Kat’i olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin dili ve milli benliği bütün hayatında hâkim ve esas olacaktır… Milletin çok açık niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk toplumuna bağlı olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru değildir.”

Osmanlı toplumu sürekli yabancı kültürlerle iç içe yaşamıştır; Türkçe diğer dillerle eşit olmayan şartlarda kalmıştır. Osmanlı; fethettiği topraklarda Türkçeyi yaygınlaştırmak ya da İngiliz, Fransız ve Çin gibi baskın kültür yaratmak düşüncesinde olmamıştır. Belki bunda, hanedandaki Türk soyunun Orhan Bey’den sonra azalması da etkendir. Bu ayrı bir yazı konusudur.

“Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyasını birebir azınlıklarla ilişkilendiren yazarlar, akademisyenler olduğunu biliyoruz ancak 1934’te İzmir’de Halkevi Genel Başkanı’nın “Birçok yerlerde en az konuşulan dilin Türkçe olduğu görülüyordu.” ifadesini de biliyoruz.

Atatürk’ün şu sözleri de durumu gözler önüne sermektedir: “Adana’nın 70.000 nüfusu olduğu halde maalesef büyük bir vatandaş kemiyeti tarafından güzel Türkçemiz konuşulmuyor. İster ihmal, ister lâkaydi yüzünden olsun, bu hâl memleketin selâmeti noktai nazarından asla tecviz (izin vermek)edilemeyecek bir harekettir. Bu vatandaşların behemehal Türkçe konuşmalarını temin lâzımdır. Bu vazifeyi resmî ve gayri resmî alâkadar teşkilât yapmalıdır.” (1931)

Atatürk, ölüm döşeğinde olduğu günlerde bir an kendine gelir ve şöyle der: “Arkadaşlara selam, dil çalışmalarını sakın gevşetmeyin.”**

Dil sahipsiz kalmamalı; yeni kuşaklara öğretilmeli, aktarılmalıdır. Bu bağlamda şunu da belirtelim: Millî dilimize sahip çıkmak ve korumakla “yabancı dil öğrenmek” konusunu kasıtlı olarak karıştırmak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Dil Devrimi’ni yapan Atatürk’ün hayatını inceleyen herkes onun; Almanca, Arapça, Bulgarca, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Rusça bildiğini görecektir.

Günümüzde, küreselleşmenin de etkisiyle ülkemiz insanı özellikle İngilizceyle, eşit olmayan şartlarda temastadır, diyebiliriz. Örneğin, güney bölgemizin birçok ilçesinde kolonileşme olduğu gerçeği ortadadır. Yaşam tarzı yabancılara göre şekillenmektedir. Yakın gelecekte olmasa bile, çift dilliliğin artması neticesinde öz dili unutma sürecine girilebileceği konusu geleceğe yönelik endişe uyandıran bir düşüncedir.

Rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun ünlü kitabının işaret ettiği gibi:  Türkçe Giderse Türkiye Gider!

Canan Murtezaoğlu

Bunları da sevebilirsiniz