Osmanlı’dan günümüze tarım

Mustafa Kemal Atatürk: “Ormansız yurt vatan değildir”

Cumhuriyetin idealist tarım uzmanları Atatürk önderliğinde; “AK 702”, “Sertak 52”, “Yayla 305” ve “Melez 13” gibi buğday türlerini ortaya çıkarmıştır. Ülkeyi ABD’ ye bağımlı hale getirenler ise, Türk buğdayını ya da Ata tohumunu ıslah çalışmalarını devam ettirmek yerine yok ettiler. Türk milletini kanser ve pek çok hastalıktan öldürecek olan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile kısır (cüce) buğdaya mahkûm ettiler.

1972’de Dünya Bankası’nın liderliğinde, görünürde gelişmekte olan ülkelerin tarımını geliştirmek, gerçeğinde ise hibrit tohum sokuşturmak amacıyla Uluslararası Tarım Araştırma Danışma Kurulu (CGIAR) oluşturulur. İlk hedefleri Afrika olur, devamında da kısır tohumlar tüm dünyayı sarmaya başlar.

Türkiye bu kuruluşa AKP iktidarı döneminde 500 bin dolar ödeyerek 59. ülke olarak kaydını yaptırır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Araştırma Müdürlüğü (TAGEM) elinde bulunan, biri Ankara ve diğeri İzmir’de olan iki tohum bankasındaki 5-6 bin bitki ve hayvansal gen kaynağını, CGIAR’a sunmayı kabul eder.

1974’te ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, ABD Başkanı Gerald Ford’a şu sözleri söyler: “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin!” Birleşmiş Milletlerin Roma’da düzenlediği dünya gıda konferansında da; “İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle iş birliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek mükemmel bir yöntemdir.” der.

Oysaki Atatürk ne demişti; “Milli ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki, ziraatta kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu maksada erişmeyi kolaylaştıracaktır.”

Burada Dr. Ümit Aktaş’ın makalesinden bir paragrafa da yer verelim:

“Ancak özellikle 1943’te başlayan ‘ıslah’ çalışmalarından sonra, buğday genine yabancı genler transfer edilerek transgenik buğday yaratılmıştır… Genetik mühendisliği sayesinde artık yeni tür bir buğday ortaya çıkmıştır. Ve DNA’sına baktığınızda artık o buğday değildir; hatta klasik manada bir bitki bile değildir. Genetiğiyle oynanmış yeni ‘buğdayımızın’ içindeki genlere bakacak olursanız o biraz balık, biraz da küf ve daha birçok şeydir: Buğday hariç her şeydir!”

12 Eylül askeri ortamı, küresel gıda emperyalizminin uygulamaları için çok uygundur. İşte bu firmaların Türkiye’ye girişleri, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin oluşturduğu o “uygun” koşullarda başlar. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların önerileriyle tarıma desteği kesen iktidar, gerekçe olarak devletin zarar etmesini gösterir. Böylece fındık üreticisi başta olmak üzere tüm tarım sektöründe zor günler başlar. Çıkarılan bir yasa ile FİSKOBİRLİK de dâhil olmak üzere tarım satış kooperatif ve üretici birlikleri özerkleştirilme adı altında devlet desteğinden mahrum edilir.

Darbe ile birlikte hayatın her alanında olduğu gibi tarımda da pek çok şey altüst olur ama asıl vurucu darbe 2000 yılında IMF ile Dünya Bankası’nın kafa kafaya verip Türkiye’ye uygulattığı Tarım Reformu Uygulama Projesi (TRUP) ile gelir. Tarımsal yapı ve özellikle tarımsal istihdam görülmedik bir hızla çözülür. Bu proje 31 Aralık 2008 itibariyle resmen sona erer ancak tarımdaki durum, proje öncesinden çok daha karmaşık bir hale gelir.

3 Kasım 2002 seçimleriyle Türk siyasi hayatında yaşanan büyük kırılma ile tarımda özellikle de buğdayda dışarıya mecbur olma dönemi başlar. Turgut Özal ile başlayan Türk yerli tohumunun bitirilme sürecine, AKP iktidarı döneminde “Sertifikalı Tohum Yasası” ile son darbe vurulur ve Türkiye tıpkı, Kissenger’ın dediği gibi, gıdada uluslararası şirketlere bağımlı hale getirilir. Yine Özal ile başlayan Türk çiftçisini ithalatla terbiye etme sistemi, AKP döneminde çok daha acımasız bir şekilde uygulanır. Öyle bir zaman gelir ki buğday üreticisi daha mahsulünü kaldırmadan yurt dışından satın alınan tonlarca buğday TMO’nun depolarına indirilerek çiftçi mağdur edilir. İşte basında yer alan bir haber: “Üreticiler, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) ve hükûmetten destek beklerken, TMO hasat ortasında iç piyasa fiyatının üstünde maliyetle buğday ithal etme kararı aldı.”Tarım yazarı ve ziraat mühendisi Faik Toy, “TMO 29.04.2022’de hem de buğday hasadına 20 gün kalmışken 480 bin ton ithal buğday ithalat ihalesi yapacak.” açıklamasında bulunur.

Buğdayda öyle oyunlar dönüyor ki işte bu da Fox Ana Haber’de 23 Ekim 2020’de yayınlanan “ithal buğday uyanıklığı” başlığıyla yayınlanan başka bir haber: “Hafta başında buğday, arpa ve mısırda gümrük vergileri indirildi, ithalatın önü açıldı. Gümrük Vergileri sıfırlanana kadar Tekirdağ limanında gemiler bekletildi. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi yayınlandı, tonlarca buğday silolara indirildi. En büyük alımı TMO yaptı. TMO’dan özel sektöre dağıtılan gümrüksüz buğday ile kimlerin cebi dolduruldu?” Haberde limanlara gelen TMO ve özel sektöre ait buğdayların yüklü olduğu gemilerin, gümrük vergilerinin sıfırlanacağını daha önceden haber aldıkları ve bu nedenle bekletildikleri iddiası yer aldı.

CHP Adana Milletvekili ve TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu Üyesi Ayhan Barut, buğday konusunda şunları söyledi:

2002 yılında AKP iktidara geldiğinde buğday ithalatı için 150 milyon dolar ödeniyordu, sadece geçen yıl 10 milyon ton buğday ithalatına 2,5 milyar dolar ödendi. Yani tam 16 kat fazla para ithalata gitti… 2004 yılında Türkiye’de 93 milyon dekarda üretilen buğdayın miktarı son yılda 68,5 milyon dekara düştü. Yani 23-24 milyon dekar buğday ekim alanı azaldı.”

Aynı durum şeker ithalatında da gerçekleşti. 2022 Mayıs ayında 400 bin ton şeker ithalatı için tarife kontenjanı açılmasına ve ithal edilecek şekerden gümrük vergisi alınmamasına ilişkin bir Cumhurbaşkanlığı Kararı yayınlandı. CHP Tekirdağ Milletvekili İlhami Özcan Aygun, karar sonrasında sosyal medya hesabından şu paylaşımda bulundu: “Türk Şeker’e verilmeyen ithalat yetkisi özel firmalara verildi. Kararname çıkmadan 10 gün önce ithalat başlatıldı. İthalat, Hindistan, Pakistan ve Polonya’dan! Mersin Limanı’nda 2 gemi, Tekirdağ’da 1 gemi 40 bin tona yakın şekeri boşalttı. Vatandaş fakirleşiyor, birileri uçuyor!”

Bu haberle ilgili olarak Sözcü Gazetesi yazarı Murat Muratoğlu, “Şeker fabrikalarını satıp şeker ithal etmek” başlıklı yazısında şu ifadelere yer verdi: “Bu yıl 400 bin ton şeker ithalatına 320 milyon dolar ödenecek. Kırşehir Şeker 48 milyon dolara, Yozgat Şeker 40 milyon dolara, Niğde-Bor Şeker 49 milyon dolara, Çorum Şeker 76 milyon dolara, Turhal Şeker 82 milyon dolara satıldı. Toplam 295 milyon dolar. Sattığımız fabrikaların paralarının üstüne 25 milyon dolar daha koyarsak bu yıl için ihtiyacımız olan şekeri ithal edebileceğiz.”

Ne hazin değil mi?

Bugün bitirilen Türk tarımı ile Atatürk döneminde fabrikalar kurulabilmekteydi!

Tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım’a kulak verelim: “AKP iktidarı dönemine genel olarak bakıldığında önemli yasal düzenlemeler yapıldı. Tarım Kanunu, Tohum Yasası, Biyogüvenlik Yasası ve daha birçok yasa çıkarıldı. Üretimin değil, ithalatın desteklendiği; yüz binlerce kişinin tarımdan çekildiği; aile işletmeciliğinin tasfiye edilerek yerine şirket tarımının egemen kılındığı bu dönemde çiftçi para kazanamamaktan, tüketici gıda ve tarım ürünlerini çok pahalıya almaktan hep şikâyetçi oldu.

Tarım toprakları en çok bu dönemde amaç dışı kullanıma açıldı. Acele kamulaştırmalarla tarım toprakları ranta açıldı. Duble yollar ovalardan geçirildi. Zeytinlikler yok edildi. Koruma altına alınan ovalara termik santral kurmak için ihale üstüne ihale yapıldı. Sadece tarım toprakları değil, Hidro Elektrik Santralleri ile dereler kurutuldu.

Üretimden uzaklaştırılan Türkiye, tarımda hemen her ürünü ithal eder duruma geldi. Kendi kendine yeterli olabilecekken tarımda kendi kendini âdeta imha ediyor. Bu nedenle ithalat bağımlısı bir ülke oldu. Sadece mazot, gübre, ilaç, tohum, yem ve diğer girdilerde değil, tarım hammaddeleri ve gıda ürünlerinde de ithalatçı oldu. Tarıma verilen desteklerin ve kredilerin de önemli bölümü ithalata yani başka ülkelerin çiftçilerini desteklemeye harcanıyor.

Türkiye’de yüksek girdi fiyatlarıyla üretim yapan çiftçi, ürününü çoğu zaman maliyetin altında satmak zorunda bırakılıyor. Ürün çiftçinin elinden çıktıktan sonra fiyatı katlanarak artıyor. Tüketici satın almak istediğinde pahalıya alıyor. Üreticide ucuz olan tarım ürünü, tüketiciye pahalıya satılıyor. Üretici ile tüketici karşı karşıya getiriliyor. Birileri üreticinin ve tüketicinin üzerinden para kazanıyor.”

Geldiğimiz noktada Covid-19 salgını ve Ukrayna-Rusya savaşında yaşanan buğday sıkıntılarını; koskoca bir tarım ambarı olan Türkiye’nin savaşta olan bu iki ülkeye bağımlı hale getirilmesinin arkasında nasıl bir plan olabilir?

Neden tarım alanları uluslararası maden araştırma şirketlerine açılıyor? Neden tarım arazileri sanayi bölgesi yapılmak isteniyor? Neden meralar yapılaşmaya açılıyor? Neden Çukurova’nın pamuğu, buğdayı, Ege’nin zeytini, Trakya’nın ayçiçeği bitirilmek isteniyor? Neden süt inekleri ardı ardına kesime gidiyor? Neden Türkiye’de binlerce dönüm arazi ekilemezken, Afrika’da, Latin Amerika’da tarım arazileri kiralanıyor?Neden altın aramak için ülkenin endemik bitki örtüsünün bulunduğu Kaz Dağları seçiliyor? Ekolojik yapıyı bozarak çevreye büyük zararı olduğu bilimsel olarak kanıtlanan Hidroelektrik Santralleri (HES) neden ülkenin en nadide yerlerine kuruluyor? Örneğin, Karadeniz Bölgesi’nde kurulan ve kurulması planlanan onlarca HES projesi var. Çevreye duyulan ihtiyaçları göz ardı eden bu enerji üretim tesisleri hayata geçtiği vadilerde derelerin kuruması sonucunu yaratıyor. Vatandaş olarak bunları sorgulamak zorundayız.  Bu ülkenin sahibi, patronu biziz ama bizim iznimiz olmadan, bize sorulmadan ve hatta cebren ülkenin millî varlıkları birilerinin cebine transfer ediliyor…

Tarım konusu o kadar geniş kapsamlı bir araştırmayı gerektiriyor ki, hepsini buraya sığdırmamız mümkün değil. Biz bu yedi bölümlük yazıda ancak bu kadarını işleyebildik. Umarız, tarımda yıllardır sergilenen küresel oyunlara ve bu oyunlara içeriden verilen desteklere az da olsa dikkat çekebilmişizdir.

Yazımızı, 1927-1938 döneminde Cumhuriyet tarihinin en uzun süre (4028 gün) İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya’nın bir sözü ile bitirelim:

“Bizde köylünün ocağı tütmezse, fabrikaların bacası söner.”

Tülay Hergünlü

Bunları da sevebilirsiniz