“Dinde baskı ve zorlama yoktur”

Enes Kara… Aile ve cemaat baskısı nedeniyle yaşadıklarını bir videoya kaydetti ve intihar etti. Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisiydi. Henüz 19 yaşındaydı.

Enes Kara çektiği videoda yaşadıklarını anlatırken “19 yaşımı asla böyle hayal etmemiştim.” diyor.

Bu cümle, içindeki umutsuzluğu, acıyı, vazgeçmişliği görmemek için taş kalpli olmak gerek. 19 yaşın güzelliğinde, hayatının baharında bir gencin böyle hissetmesi ve ardından da hayatına son vermesi bu toplumun yüzüne tokat gibi çarpması gereken bir trajedidir.

Bir genç düşünün ki içine düştüğü karanlıktan çıkmak için ailesinden yardım isteyemiyor. Babadan yardım isteyince de çıkmaya çalıştığı karanlığa tekrar itiliyor ve orada kalması gerektiği söyleniyor. Söyler misiniz, bir genç dara düştüğünde ana baba kucağından başka hangi kucaklara sığınmak ister…

Sığınacak güvenli bir kucak bulamayan bir genç, her türlü tehlikeye açıktır. Çok kolay düşer. Ayağa kalkması da zor olur ya da Enes gibi kalkamaz… Bu şekilde kaç genç vardır acaba, sığınacak güvenli bir kucak bulamadığı için canına kıyan ya da hayatın karanlık dehlizlerinde kayıplara karışan… Bilmiyoruz…

Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.”demişti. Ne yazık ki sağlığında merdiven altına inen ne kadar tarikat, cemaat ve benzeri yapı varsa hepsi ölümünün ardından gün yüzüne çıktı.

Türkiye’de faaliyet gösteren istisnasız bütün cemaat ya da tarikatların; şu ya da bu şekilde bir ya da birkaç siyasî partiyle ciddi anlamda bağı olmuştur. 1939’dan 1949’a kadar el altından, 1949’tan sonra alenen ve resmen korunup kollanmışlardır. Karşılığında da cemaat oyları devşirilmiş, iktidar koltuğuna oturmak daha da kolaylaşmıştır.

1950’ye kadar laik eğitim sistemine olabildiğince sadık kalan Türkiye’de bu dönemden itibaren “Eğitimde Birlik Sistemi”ne ihanet edilmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk işi Türkçe ezan okunmasına son vermek olmuştur. Başbakanlık koltuğuna oturan Adnan Menderes şöyle demiştir: “Şimdiye kadar baskı altında tutulan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.”

Oysaki baskı altında tutulan bir din yoktur. Bizzat Mustafa Kemal Atatürk eliyle anlaşılması için Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi yaptırılmıştır. Menderes ve ekibi o dönemde CHP içinde oldukları için bunu bilmemeleri mümkün değildir. Ancak, ABD’ nin desteğini de arkasına alan Menderes, dini kullanarak iktidarını sürdürme derdindedir. Çünkü Türkiye’de din unsurunun halk tarafından nasıl bir hassasiyete sahip olduğunu kavramıştır. İzlenecek yol bellidir… Ve bazı çevrelerce; “fes ve sarık giyilmesine izin verilmesi, hafta tatilinin yeniden Cuma gününe alınması, kadınların açık saçık gezmelerinin yasaklanması, birden çok kadınla evliliğe izin verilmesi… Devletin dininin İslam olarak yer alması, kadınların çalıştırılmaması, evlenme, boşanma ve mirasta erkeklere daha fazla hak verilmesi, kızların ilköğretimden sonra okutulmaması, baloların ve kadın resimlerinin yasak edilmesi, kadın memurların işten çıkarılması, devrimlerin faydasız ve zararlı olduğu, eğitimin Arap harfleriyle verilmesi, tekke ve zaviyelerin yeniden açılması…” istekleri sıralanmaya başlar.

Şeyh Sait isyanıyla ilgisi olduğu tespit edilen Nur Cemaati kurucusu Said-i Kürdî (Nursi), İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve sürgüne gönderilmiştir. DP iktidara gelince sürgün hayatı sona erer. Kendisine bir de otomobil tahsis edilerek, Menderes’in propaganda gezilerinde DP’ye eşlik etmesi sağlanır. Din ve siyaset artık milletin gözü önünde kol kola girmiştir. Nursi’nin onlarca cilde ulaşan Nur risaleleri (Tarikat’ın bir nevi anayasası) bizzat DP’nin talimatıyla Diyanet tarafından Latin harfleriyle bastırılır. Açılan davalar, Nur risalelerinin zararsız olduğu gerekçesiyle sonuçsuz kalır. 1950’lerin sonuna doğru ekonomik durumun bozulmasıyla güç kaybeden DP, dinî içerikli sloganlara daha fazla ağırlık vermeye başlar. 1957 seçimlerinde Nurcularla seçim ittifakına girer ve Başbakan Menderes, Emirdağ’da yeşil tuğralı bayraklı Said-i Nursi taraftarlarınca alkışlarla karşılanır. Artık yol açılmıştır ve Nur cemaati, ülkenin dört bir yanında faaliyet göstermeye başlar. Said-i Nursi’yi uluslararası alana taşıyan ise Amerikan üniversitelerinde görev yapan Prof. Dr. Şerif Mardinolacaktır.  Said-i Nursi’den boşalan yeri Fethullah Gülen dolduracak; o da tıpkı Nursi gibi Amerika’dan beslenecektir. 

Cemaat ve tarikatların, Demokrat Parti iktidarından sonra da iktidarlar eliyle beslenmesine devam edilir. Önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Süleyman Demirel, zamanında tarikatların en fazla güçlendiği liderlerden biri olacaktır. Bir söyleşide sarf ettiği cümleler, iktidarı boyunca izleyeceği yolun işaretini vermektedir: “…Risale-i Nur okuyan adamı neden götürüyorsunuz? Ne var onun içinde, bir şey mi var? Bir bak bakalım ne var? Bir kötülük var mı içinde? On kişi bir araya gelmiş çay içiyor; Risale-i Nur okuyor. Ayin yaptılar diye götürüyorsun…”

Demirel’den sonraki dönemlerde de cemaat ve tarikatlar ülke içinde cirit atmaya devam edecektir. Ancak asıl palazlandıkları dönem 1980 ihtilâlinden sonraki dönemi olacaktır. 12 Eylül darbesi ile din üzerinden siyaset üretimi serbest kalacak, tarikat ve cemaatler rahat bir çalışma ortamına kavuşacak, muhafazakâr kesim çok daha güçlenecektir.

Ve elbette Turgut Özal dönemi…

1980 ihtilalinin önce Başbakanı sonra da Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal ve ailesi Nakşibendî tarikatına mensuptur. DP ile başlayan cemaat ve tarikatları koruma ve kollama uygulaması onun döneminde çok daha büyük ölçülerde devam edecektir. Öyle ki, annesi Hafize Özal ve kardeşi Korkut Özal, Bakanlar Kurulu Kararı ile Süleymaniye Camiî’nin haziresine, o çok sevdikleri Nakşî şeyhinin yanına gömüleceklerdir.

Milliyetçi Görüş’ün mimarı, günümüz iktidarının ağababası Necmettin Erbakan, koalisyon hükûmetinin başbakanı olduğu dönemde, başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere bir iftar yemeği verecektir; üstelik de Cumhuriyet’in Devrim Yasaları kapı gibi ortada dururken… Tarikat ve cemaatler artık devletin başbakanlık seviyesinde ağırlanmaya başlanmıştır. Sırada Cumhurbaşkanlık düzeyinde ağırlanması vardır.

Son olarak 2002 yılı seçimleriyle iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde tarikat ve cemaatler devletin neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarına ve güvenlik güçleri içine yerleşeceklerdir. “Onlar da namaz kılıyor” düşüncesiyle âdeta dokunulmazlık zırhına büründürülen Fetullahçı Gülen Cemaati (FETÖ), son olarak Türk Ordusuna darbe girişiminde bulunacak kadar güçlenmiştir. “Aldatıldık, Rabbim bizi affetsin!” itirafları, onlarca canın yitip gitmesine mazeret olarak kabul edilecektir.

Hâlâ devletin içindeki yapısı tamamen ayıklanamayan FETÖ’nün boşalttığı yerlere Süleymancılar, Menzilciler, İsmailağacılar ve benzeri tarikat ve cemaatler yerleşecektir. 2020 yılı geldiğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat İsmailağa cemaatine bir ziyaret gerçekleştirecektir.

Sonuç olarak: Günümüzde bütün zamanların toplamından çok daha fazla güç ve paraya kavuşan cemaat ve tarikatlar kurdukları vakıf, dernek ve öğrenci yurtları aracılığıyla sınırsız bir hareket özgürlüğüne kavuşmuşlardır. Ev ya da apartmanlarda gayri resmi bir şekilde faaliyet gösteren cemaat ve tarikat yurtlarında Türk gençleri “dinlerini öğrensinler”gerekçesiyle Kur’an dışı eğitimlere tabi tutulmaktadır. Enes Kara gibi gençlerin başına gelenler ise soruşturulmadan, hasıraltı edilmekte; aileler ise şikâyetçi olmamaktadır. (Basın) İşin esasında elbette iktidar partisinin ve Diyanet’in birlikte hareket ettikleri “dindar nesil yetiştirme” projesi gerçeği yatmaktadır.

Oysaki Yüce Kur’an’da Allah şöyle buyuruyor;

“Dinde baskı ve zorlama yoktur.” (Bakara 256)
“… Sen bir uyarıcı/düşündürücüsün…”Gâşiye 21)
“Sen onların üzerinde bir zorba değilsin.”(Gâşiye 22)
“Hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez.  … Akraba bile olsa…” (Fâtır, 18)

Kur’an’ın bu apaçık ayetleri ortada duruyorken, size ne oluyor da insanlara din öğretmeye kalkarak ailelerin, gençlerin, çocukların üzerinde baskı uygulayarak hayatlarını cehenneme çeviriyorsunuz? Ya da yine Kur’an’da yüce Allah’ın, kişilere ne olacağını resullerin bile bilemeyeceğini buyurduğu; “De ki: ‘…Bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum. Bana vahyedilenden başkasına da uymam! Ve ben, açıkça uyaran bir elçiden başkası da değilim.” (Ahkâf 9) diyen ayet ortadayken, Hz. Muhammed Mustafa’dan daha iyi mi biliyorsunuz, kişilere ne olacağını?

Siz, insanlara “sen cennetliksin, sen cehennemliksin” deme yetkisini kimden aldınız? Bu ülkenin çocuklarını rahat bırakın. Kimse kimsenin çukurunu doldurmayacak. Din Allah’a aittir, sizlere değil… Siz, insanların sahibi de değilsiniz…

Tülay Hergünlü – SMMM

Bunları da sevebilirsiniz