Geçmiş geleceğin aynasıdır (2)

Mustafa Kemal Atatürk: “Hükümetlerini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Âdeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini, gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir.”

Artık kendi yağıyla kavrulan bir Türkiye değil, hibeler ve ABD kredileri ile ekonomi çarkını döndürmeye çalışan bir Türkiye vardır…

Kasım 1954’te ABD, buğday ithali için Türkiye’ye 2 milyon 300 bin dolar kredi açar. “Sen üretme benden satın al” politikası, giderek ivme kazanmaktadır. ABD, bir taraftan Türkiye’yi borçlandırmakta diğer taraftan da, kendi ürünlerinin satın alınmasını sağlamaktadır. Borçlandır, borç verdiğin krediyi satış vasıtasıyla geri al… Çifte vurgun… Nitekim 1956 yılında Menderes’in davetlisi olarak Türkiye’ye gelen ABD’li iktisatçı ki, zaten her konuda Amerikan heyetleri Türkiye’de konuşlanmışlardır, Max Weston Thornburg (meşhur Thornburg raporunu hazırlayan zâtı muhterem) şöyle diyecektir; “ABD’nin Türkiye’ye yardım yapması kendi lehinedir.”

1955 yılına gelindiğinde bazı malların bulunmasında sıkıntı baş gösterir. Örnek; çuval, sicim, pulluk, demir, tekel maddeleri, şeker, gazyağı, lastik, çimento, kahve gibi bazı ihtiyaç maddeleri ortadan kalkmıştır. Ülke, nal çivisi bile ithal edemez duruma düşer.  İstanbul’da hane başına yüz gram kahve, iki yüz elli gr. şeker dağıtımına başlanır. Menderes ise muhalefeti,  “şu veya bu madde yok” diyerek “suni buhranlar yaratmakla… karaborsayı tahrik etmekle” suçlamaktadır.  İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, evlere şenlik bir açıklama daha yapar ve ete 5 Lira narh (fiyat) konulduğunu söyler ve “Her gün et yemeyin, yumurta da çok yararlıdır!”der… Yıllar ve yıllar sonra bir AKP’li vekilin, “Ayda 2 kilo et yiyorsak, yarım kilo yeriz.”sözüyle ne kadar benzeşiyor değil mi?

Yok, aslında birbirlerinden farkları…

6 Eylül 1955 günü İstanbul’da bir gazetede Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi çıkar. İstanbul ve İzmir aynı anda ayağa kalkar. Rumlara ait ne kadar ev ve işyeri varsa hemen hemen hepsi yağmalanır ve tahrip edilir. Çok sayıda Rum vatandaş Türkiye’den kaçmak zorunda kalır. Tarihe 6-7 Eylül olayları adıyla geçecek olan bu utanç verici hareketin azmettiricilerinin DP yöneticileri olduğu ileri sürülür. Nitekim iddialara göre Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık!” demiştir. Bu konudaki tartışmalar günümüzde de devam etmektedir.

CHP’lilere saldırılar da devam etmektedir. Polis, CHP’nin Isparta’da gerçekleştirdiği İl Kongresi’ni dağıtır. Konuşma yapmakta olan Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirilir. Gazete ve gazetecilere baskılar da sürmektedir. Sıkıyönetim Komutanlığı, İzmir’de Sabah Postası gazetesini kapatır, başyazarı Orhan Rahmi Gökçe tutuklanır. Ankara’da başı dertten kurtulmayan Ulus gazetesi süresiz kapatılır. İstanbul’da ise Hergün, Hürriyet ve Tercüman gazeteleri 15 gün süreyle kapatılır.

1953 ve 1954 düzenlemeleri ile basına getirilen kısıtlamalar ve artırılan cezalar, Menderes ile basının arasında onarılmaz bir uçurum açar. Sıkıyönetimin de katkılarıyla sık sık kapatılan ve toplatılan gazeteler, gözaltına alınan, tutuklanan, yargılanan gazetecilerin durumu; özellikle Ulus ve Akis gazeteleri ile yazarlarına yapılan muameleler bu uçurumun daha da derinleşmesine neden olur. CHP Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın’ın önce dokunulmazlığı kaldırılır, sonra da hapse atılır; Yalçın 79 yaşında hapse girmiştir.

1956 yılında, hükümetin hazırlayıp sunduğu yeni Basın Kanunu, Meclis’te kabul edilir. Hürriyet Partisi adına konuşan Turan Güneş, “Bu kanunla, değil basın özgürlüğü, basın bile kalmayacak!” der ve öyle de olur. Gazeteler kapatılır, dergiler toplatılır; gazeteciler hapse atılır.  Karadeniz gezisinde olan Kasım Gülek, Rize’de bazı dükkân sahiplerinin sıra ile ellerini sıktığı için bir gösteri yürüyüşü yaratmakla suçlanmaktadır. Gülek bu suçtan dolayı altı ay hapse mahkûm edilir.

Mart 1956 tarihinde İzmir’de bir mitingde konuşan Başbakan Menderes “Bu gazeteler demokrasi devriminin matbuatı olmak vasfına sahip değildir!” sözleriyle âdeta basın camiasına savaş açar.

1958 yılına gelindiğinde Adalet Bakanı Esat Budakoğlu, 4 yıl içinde basın suçundan 238 gazetecinin mahkûm olduğunu açıklayacaktır.

Yıllar ve yıllar sonra da durum değişmeyecektir. İktidarlar kontrol altına alamadıkları medya kuruluşlarını satın alacak, kalemini satmayan gazetecileri de hapisle cezalandıracaktır. Avrupa Konseyi’nin 2018 yılında kamuoyuna açıkladığı bir raporda şu bilgi yer alacaktır: “Türkiye, dünyada en fazla gazetecinin hapiste olduğu bir ülkedir.”

1956 yılında, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine de kısıtlama getirilir. 27 Haziran’da çıkarılan bir kanun ile siyasal partilerin, seçim propaganda devresi dışında açık hava toplantısı yapmaları yasaklanır. Kapalı toplantılar da yörenin en büyük mülkiye amirinin iznine bağlanır. Suç sayılan toplantıların dağıtılması için polise “hedef gösterilmeksizin” ateş açabilme yetkisi sağlanır.

Yıllar ve yıllar sonra Fetullah Gülen Cemaati’nin oluşturduğu Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün kalkıştığı askerî darbe girişiminin ardından iktidarın eline harika bir fırsat geçecektir. Bu çerçevede ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile iktidar ülkeyi âdeta bir sıkıyönetim ortamına sokacak; grevler, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, festivaller hatta spor yarışmaları bile yasaklanacaktır. Beş-on kişinin bir araya gelmesine bile izin verilmeyecektir.

Ne kadar tanıdık değil mi?
Yok aslında birbirlerinden farkları…

Türkiye’yi “din devletine dönüştürme”projesi ABD’nin olmazsa olmaz projelerinden biridir. Nitekim Eisenhower Doktrini ile ABD’nin, Ortadoğu’da İslam’ı kullanacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse, ABD ile yapılan her anlaşma sonrasında Türkiye bağımsızlığını biraz daha yitirmektedir. DP ise dini siyasete âlet etmeye ve bu sayede oy devşirmeye devam etmektedir. Ancak ABD, DP’den memnun değildir. Menderes’in DP’si, ABD’nin istediği din devletine dönüşümü gerçekleştirememiştir. ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles 1956’ da şöyle bir demeç yayınlar: “Din ve siyaset birbirinden ayrılmaz. Dünya meselelerini halletmek hususunda seçeceğimiz yol, dînî görüştür. …”

DP’nin yasakçı tutumu toplumun ve muhalefetin aşırı tepkilerine neden olmaktadır. TBMM’nin 27 Haziran 1956 günlü oturumunda -Menderes iktidarının toplantı ve gösteri yürüyüşlerine kısıtlama getiren yeni düzenlemesinin tartışıldığı oturumda- İsmet İnönü kürsüye çıkar ve bu tasarının demokrasilerdeki hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu söyler. Konuşma arasında DP Sivas Milletvekili Nurettin Ertürk oturduğu yerden laf atar ve “Vatandaşın hak ve özgürlüğü lafı senin ağzına yakışmıyor İsmet Paşa.” der.  İsmet İnönü’nün tarihe geçen cevabı şöyledir: “Aramızdaki farkı bilelim, biz mutlakiyetten bugüne geldik. Siz ise bugünden mutlakiyete gidiyorsunuz.”

Evet, bugün Türkiye, John Foster Dulles’ın daha 1956’da sarf ettiği “din ve siyaset birbirinden ayrılmaz” görüşünü destekleyen bir yola girmiştir. AKP iktidarı ise rahmetli İsmet İnönü’yü haklı çıkaracak bir “kutsal dava” da hızla sona; “mutlakiyet”* e doğru koşmaktadır.

İşte bu nedenle 2023 seçimleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin beka seçimi olacaktır.

Tülay Hergünlü – SMMM

Bunları da sevebilirsiniz